1826 YILI YENİ CERİ AYAKLANMASI
1826 yılının 15 Haziran'ı. İstanbul'da gün ağarırken devrilen kazanların uğultusu yeri göğü inletiyordu. Bölükbaşı Habib'in, Etmeydanı'ndan "Ayaktaşlar fütur getirmeyin" diye uğurladığı yeniçeriler Tahtakale, Asmaaltı ve Unkapanı'ndan geçerek Atmeydanı'na yöneldiler. O gece yeniçeri çeteleri Ağa Kapısı'nı ve çeşitli paşa konaklarını basıp yağmalamış; Sadrazam Mehmet Selim Paşa ve yeniçeri ağası bu baskınlardan zor kurtulmuştu. Ama etrafa sadrazamın, yeniçeri ağasının ve ileri gelenlerin katledildiği söylentisini yayarak halkı isyana katmaya çalışıyorlardı. Bâbıâli'nin de basıldığını haber alan sadrazam erkenden Yalı Köşkü'ne geldi. Ağa Hüseyin Paşa ve Mehmet İzzet Paşa'yı çağırttı. Ayaklanma giderek yayıldı. Bazı Bektaşi babaları da teberleriyle (baltalarıyla) ayaklanmacılara destek verdi. Çok sevdiği kuzeni III. Selim'in ölümünden yeniçerileri sorumlu tutan II. Mahmut, Divan toplantısından sonra kararını açıkladı: Sancak-ı Şerif çıkarılacak! Ve yaklaşık 450 yıldır tarih sahnesinde olan Yeniçeri Ocağı'nın sonu geldi. Bundan sonrasıysa tam bir içsavaş manzarasıydı... Sultan, Hırka-i Saadet (Kutsal Emanetler) Dairesi'ne geçti, Sancak-ı Şerif'i
mahfazasından çıkartıp sadrazama ve şeyhülislama teslim etmişti. Bu arada, yönetim yanlısı kalyoncular, topçu, humbaracı, lağımcı askerleri akın akın saraya geliyordu. Şehre haber salınmış Müslüman olan herkes Sancak-ı Şerif altında toplanmaya çağrılmış, halk bu çağrıya yanıt vermişti. Tarihçiler o gün İstanbul'da yaşananları "acayip ve tesirli bir gûlgûle (gürültü) peyda oldu" diye aktarıyor. Saray cephaneliği açılarak hükümdarı korumaya gelenlere kılıç ve tüfek dağıtılmış, silahlanan medrese talebeleri de harekete geçmişti. Sonunda sadrazam, şeyhülislam ve vezirlerin başı çektiği sivil, asker, talebe ve ulemadan oluşan yaklaşık 60 bin kişilik bir ordu Sancak-ı Şerif'le birlikte tekbirler getirerek Sultan Ahmet Camii'ne doğru yürüyüşe geçti. Kalabalığın Sultan Ahmet Camii'ne ulaştığını gören yeniçeriler ara sokaklara doğru kaçmaya başladı. Sancak-ı Şerif minbere asıldı ve sadrazamın isteğiyle ulema, "zorbalarla çarpışmanın farz olduğunu" bildiren yeni bir fetva hazırladı. İsyancılar, Etmeydanı'na giden yolları kesmiş, Kapalıçarşı'dan Haliç'e uzanan Uzunçarşı boyunca barikatlar kurmuş, Beyazıt Camii'ni de işgal ederek Sultanahmet'e giden yolları tıkamıştı. Ağa Hüseyin Paşa'nın komutasındaki topçu birliklerinde yer alan, gaddarlığıyla ün salmış Karacehennem İbrahim Ağa'nın askerleriyle yeniçeriler Horhor Çeşmesi yakınında karşılaştı. İbrahim Ağa, lakabının hakkını verircesine topları ateşledi. Sonuç korkunçtu... Yeniçeriler arkalarında çok sayıda arkadaşlarının cesedini bırakarak Etmeydanı'na doğru çekildi. İkinci bir kol Saraçhane'den Etmeydanı'na doğru yönelmiş, üçüncü bir kol da arkadan sevk edilmişti. Paniğe kapılan isyancılar Yeni Odalar denilen kışlalarına kapanıp, kapıların arkasına taş yığdı. Böylece kendilerini hapsetmekle kalmamış, şehrin diğer bölgelerindeki arkadaşlarını da kaderlerine terk etmişlerdi. Son arabuluculuk çabaları da sonuç vermeyince toplar ateşlendi. Askerler ve halk bu sırada Etmeydanı'na girdi. Topçular da salkım ve yağlı paçavralar atarak Yeni Odalar'da büyük bir yangın çıkardı. Yeniçeriler büyük kayıplar vermiş, ortalık cehenneme dönmüştü. Daha sonra, Şehzadebaşı'ndaki Eski Odalar'a yönelen birlikler buraya sığınan yeniçeri subaylarını ya öldürdü ya da tutukladı. Tutuklananlar Sultan Ahmet Camii'nde sorguya çekildikten sonra hünkâr mahfili altındaki odada idam ediliyor, cesetleri Atmeydanı'ndaki Vakvak Ağacı adı verilen ünlü çınarın altına yığılıyor, çınarın dallarında asılan yeniçeriler sallanıyordu. Şehirde bir sürek avı başlamıştı. Üç gün içinde altı ilâ on bin yeniçeri öldürülmüş, sürülmüş ya da kaçmıştı. Tarihçi Reşad Ekrem Koçu, olaylar sona erdiğinde imparatorluk sınırları dahilinde yaklaşık 140 bin kişinin, yeniçeri olduğu ya da zannedildiği için idam edildiğini belirtiyor. Sadece yeniçeriler değil, İstanbul'daki kışlaları, Yeni Odalar, Eski Odalar ve Ağa Kapısı da olaylar sırasında yakılmış, tahrip edilmişti. Adı yeniçerilerle özdeşleşen Bektaşi tarikatı yasaklanmış, tekkeleri yıkılmıştı. İstanbul yeniden fethedilmiş gibi herkesi bir kurtuluş heyecanı sarmıştı. Binlerce yeniçerinin öldüğü bu olay dönemin tarihçileri tarafından Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak adlandırıldı. Devletin, yani resmi görüşün tarafından bakıldığında görünen manzara buydu. Ancak diğer taraftan bakıldığında bu olay pek de hayırla anılmıyordu. Osmanlı toplumunun gündelik hayatında önemli yer tutan yeniçerilerin ve Bektaşiliğin ortadan kaldırılması, Reha Çamuroğlu'nun da aralarında yer aldığı bazı araştırmacılar tarafından Vaka-i Şerriye (Kötü Olay) olarak nitelendiriliyor. Her durumda, dört yüzyıldan uzun bir süredir Osmanlı Devleti'nin en seçkin askerleri olarak kabul edilen bu birlikler tarih sahnesinde bir daha rol almamak üzere yok edilmişti. Peki, kimdi bu yeniçeriler? Osmanlı'nın "muhteşem askerleri" bu sona nasıl ulaşmıştı? Yeniçeriler ortaçağın sonlarında Batı Avrasya'da önem kazanan piyade birlikleri ve düzenli orduların ilk örnekleri arasında yer alıyordu. Yeniçeri adı, başlangıçta yayalardan oluşan yeni orduyu belirtiyor olsa da, sonra giderek genişleyen kapıkulu ocakları teşkilatında, piyade güçlerden oluşan en büyük ve nüfuzlu ocağın adı olmuştu. Yeniçeri Ocağı'nın tam olarak ne zaman kurulduğuna ilişkin bilinen kesin bir veri yok. Ancak tarihçiler I. Murat döneminde (1362-1389) kurulduğu konusunda büyük ölçüde hemfikir. Kaynaklara göre, savaş sahnesine ilk kez 1389 Kosova Savaşı'nda çıkıyorlar. Önem kazanmalarıysa, 15. yy. ortalarında savaşlarda ateşli silahların belirleyici rol oynadığı döneme rastlıyor. 1443 ve 1444 Osmanlı-Macar savaşlarının kaderini değiştiriyorlar. Zaten ocağın kurulma amacı da buydu: Balkanlar'a hızla yayılmakta olan Osmanlı'nın ihtiyaçlarını karşılayacak, manevra kabiliyeti yüksek, dönemin şartlarını yerine getirebilecek bir güce sahip olmak... Daha önce savaşanlar, savaştan sonra kendi işine dönen, Anadolu'nun Türkmen-Müslüman ahalisiydi. Belirli bir askeri düzene bağlı olmamaları nedeniyle fetihlerin devamı için sürekli silah altında ve
doğrudan sultana bağlı olacak bir orduya ihtiyaç duyuluyordu. Yüzyıllar boyunca yeniçeri ordusunun başlıca asker kaynağını oluşturacak devşirme sisteminin kökeninde "pençik" uygulaması vardı. Pençik uygulamasına göre, savaşlarda esir alınan her beş esirden biri, hükümdar hakkı adıyla ya da bir çeşit vergi olarak devlete verilirdi. 15. yüzyıldan itibaren sadece pençik usulüyle asker toplamakta ve daha büyük bir ordunun oluşturulmasında güçlükler yaşanınca, Acemi Ocağı'nda eğitilmek üzere devşirme usulüyle asker adayları toplanmaya başlandı. Bunda Osmanlı'nın fetih ve yayılma tutkusunun da rolü vardı. Daha sonra, çıkarılan bir ferman, bir yerleşim yerindeki hane sayısının 40'ta biri oranında, genellikle 14-18 yaşları arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocukların da devşirilmesi kuralını getiriyordu. I. Mehmet'in hükümdarlığı (1413-20) sırasında eski Türk soylularının tepkisi sonucu dondurulan devşirme yöntemi II. Murat döneminde yeniden hız kazandı ve ünlü Fatih Kanunnamesi'yle yasalaştı. Buna göre Müslüman, Yahudi, Gürcü, Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türkler'in çocukları, evin tek çocuğu, köy kethüdasının çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, zanaatkâr olanlar, İstanbul'u görmüş olanlar devşirilemezdi. Bu yöntem şehirlilere de uygulanmazdı. Boşnaklar'ın devşirilmesi de kuraldışıydı. Devşirme fermanı çıkınca, atanan devşirme emini ve devşirme kâtibi Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan'a giderdi. Devşirmeler genellikle Balkanlar ve Doğu Avrupa'dan seçilirdi. Sadece 1573 yılında Balkanlar ve Anadolu'dan devşirilen çocuk sayısı 8 bine ulaşıyordu. Ancak daha sonraları Anadolu'dan da asker devşirilmeye başlandı. Mimar Sinan da, Kayseri'nin Ağırnas köyünden alınan bir devşirmeydi. Devşirme emini ve memurları sancakbeyi, kadılar ve tımarlı sipahilerin yardımıyla ve köy papazının eşliğinde vaftiz defterinden kimlik tespiti yaptıktan sonra çocukları seçerdi. Bazı aileler için oğullarını devşirme vermek zorunda olmak bir insanlık dramıydı. Ancak, özellikle yoksul olan bazılarına göre, çocuklarının istikbali düşünüldüğünde bulunmaz bir fırsattı. Reşad Ekrem Koçu, Sokollu Mehmet Paşa'nın Cevahirü'l-Menakıp'ta geçen devşirilme hikâyesinde ebeveynlerinin yaşadığı kararsızlığı anlatıyor: "Sultan Süleyman Kanuni'nin ilk saltanat yıllarında faziletli bir adam olarak tanınmış yayabaşılardan Yeşilce Mehmet Bey oğlan devşirme hizmetiyle Bosna'ya gönderilmişti. Usulünce dolaşarak lâyık olan çocukları ararken Sokol kasabasında Sokolovik adındaki kişizadenin oğlunu gördü ve pek beğendi ve babasından oğlanı istedi. Sokolovik'in aklı başından gidip oğlanı sakladı. Çocuğun bir keşiş dayısı vardı, ilim ve servet sahibiydi. Yeşilce Mehmet Bey'e, oğlana bedel çok para teklif etti. Yeşilce Mehmet Bey rüşveti reddetti, oğlanın ailesini tatlılıkla iknaya çalıştı: 'Ey nadânlar (cahiller)! Bilmez misiniz ki bu müstait (yetenekli) çocuk padişah kapısında saadet-i cavidânîye (ebedi mutluluğa) mazhar olacaktır; onun sayesinde her biriniz servet ve saadete kavuşacaksınız. (...) Bu oğlan bir gün hepinizin elinden tutacaktır.' Velhasıl gerek bu sözlerin tesiri gerekse oğullarını kurtaramayacaklarına akılları erdiğinden oğlanı gizledikleri yerden çıkarıp Yeşilce Mehmet Bey'e teslim ettiler. Yeşilce Mehmet Bey de (...) o yavru şahini yuvasından aldı ve gerek onu gerek diğer maruf ailelerden devşirdiği kırk kadar oğlanı maiyetinden münasip kimseleri katarak Edirne'ye yolladı. Sokolovik oğluna yolda iyi bakılmasını bilhassa emretti." Devşirilenler "sürü" denilen 100-200 kişilik gruplar halinde Edirne yoluyla İstanbul'a gönderilirdi. Burada yeniçeri ağası ve hekimler tarafından kontrol ve muayeneleri yapılır, sünnet edilir ve Müslüman adlarını alırlardı. Bu adlar genellikle Abdullah (Allah'ın kulu), Abdülmennan ya da "abd" (kul, köle) sözcüğüyle başlayan ve babanın gayrimüslim olduğu anlamını taşıyan çeşitli isimlerdi. İçlerindeki yakışıklı, becerikli ve zeki olanlar Galata Sarayı (Galatasaray Lisesi'nin eski adı Mekteb-i Sultani buradan gelir), İbrahim Paşa Sarayı, Edirne Sarayı ve Topkapı Sarayı Enderun bölümünde saray içoğlanı yetiştirilmek üzere eğitime alınırdı. Sağlam yapılı ve güçlü olanlar ise Bostancı Ocağı'na gönderilirdi. Diğerleri de Türkçe ve İslam âdetlerini öğrenmek üzere Anadolu ve Rumeli'deki Türk köylülerin yanına verilirdi. Bu dönemde devşirme oğlanlarının yılda bir kez devşirme ağaları tarafından denetlenmesi zorunluydu. Birkaç yıl bu şekilde hizmet ettikten sonra acemi oğlanı yazılırlardı. Sekiz, on yıl acemi olarak eğitim gördükten sonra "kapıya çıkar," yani ocağın kütüğüne kaydedilerek yeniçeri olurlardı. Yeniçerilik güç bir meslekti ama tüm Akdeniz havzası ve Avrupa'yla karşılaştırıldığında, yüksek ve düzenli bir maaş (ulufe), sakatlık ve emeklilik (oturak) hakları, bir dayanışma örneği olarak nitelendirilebilecek "orta sandığı" gibi avantajlar bu mesleği orta ve yeni çağların koşullarında göreli olarak cazip kılıyordu. Sefere her çıktıklarında ve padişahın tahta çıkış (cülus) törenlerinde aldıkları bahşiş, mesleğin cazibesini daha da artırıyordu.
1826 yılının 15 Haziran'ı. İstanbul'da gün ağarırken devrilen kazanların uğultusu yeri göğü inletiyordu. Bölükbaşı Habib'in, Etmeydanı'ndan "Ayaktaşlar fütur getirmeyin" diye uğurladığı yeniçeriler Tahtakale, Asmaaltı ve Unkapanı'ndan geçerek Atmeydanı'na yöneldiler. O gece yeniçeri çeteleri Ağa Kapısı'nı ve çeşitli paşa konaklarını basıp yağmalamış; Sadrazam Mehmet Selim Paşa ve yeniçeri ağası bu baskınlardan zor kurtulmuştu. Ama etrafa sadrazamın, yeniçeri ağasının ve ileri gelenlerin katledildiği söylentisini yayarak halkı isyana katmaya çalışıyorlardı. Bâbıâli'nin de basıldığını haber alan sadrazam erkenden Yalı Köşkü'ne geldi. Ağa Hüseyin Paşa ve Mehmet İzzet Paşa'yı çağırttı. Ayaklanma giderek yayıldı. Bazı Bektaşi babaları da teberleriyle (baltalarıyla) ayaklanmacılara destek verdi. Çok sevdiği kuzeni III. Selim'in ölümünden yeniçerileri sorumlu tutan II. Mahmut, Divan toplantısından sonra kararını açıkladı: Sancak-ı Şerif çıkarılacak! Ve yaklaşık 450 yıldır tarih sahnesinde olan Yeniçeri Ocağı'nın sonu geldi. Bundan sonrasıysa tam bir içsavaş manzarasıydı... Sultan, Hırka-i Saadet (Kutsal Emanetler) Dairesi'ne geçti, Sancak-ı Şerif'i
mahfazasından çıkartıp sadrazama ve şeyhülislama teslim etmişti. Bu arada, yönetim yanlısı kalyoncular, topçu, humbaracı, lağımcı askerleri akın akın saraya geliyordu. Şehre haber salınmış Müslüman olan herkes Sancak-ı Şerif altında toplanmaya çağrılmış, halk bu çağrıya yanıt vermişti. Tarihçiler o gün İstanbul'da yaşananları "acayip ve tesirli bir gûlgûle (gürültü) peyda oldu" diye aktarıyor. Saray cephaneliği açılarak hükümdarı korumaya gelenlere kılıç ve tüfek dağıtılmış, silahlanan medrese talebeleri de harekete geçmişti. Sonunda sadrazam, şeyhülislam ve vezirlerin başı çektiği sivil, asker, talebe ve ulemadan oluşan yaklaşık 60 bin kişilik bir ordu Sancak-ı Şerif'le birlikte tekbirler getirerek Sultan Ahmet Camii'ne doğru yürüyüşe geçti. Kalabalığın Sultan Ahmet Camii'ne ulaştığını gören yeniçeriler ara sokaklara doğru kaçmaya başladı. Sancak-ı Şerif minbere asıldı ve sadrazamın isteğiyle ulema, "zorbalarla çarpışmanın farz olduğunu" bildiren yeni bir fetva hazırladı. İsyancılar, Etmeydanı'na giden yolları kesmiş, Kapalıçarşı'dan Haliç'e uzanan Uzunçarşı boyunca barikatlar kurmuş, Beyazıt Camii'ni de işgal ederek Sultanahmet'e giden yolları tıkamıştı. Ağa Hüseyin Paşa'nın komutasındaki topçu birliklerinde yer alan, gaddarlığıyla ün salmış Karacehennem İbrahim Ağa'nın askerleriyle yeniçeriler Horhor Çeşmesi yakınında karşılaştı. İbrahim Ağa, lakabının hakkını verircesine topları ateşledi. Sonuç korkunçtu... Yeniçeriler arkalarında çok sayıda arkadaşlarının cesedini bırakarak Etmeydanı'na doğru çekildi. İkinci bir kol Saraçhane'den Etmeydanı'na doğru yönelmiş, üçüncü bir kol da arkadan sevk edilmişti. Paniğe kapılan isyancılar Yeni Odalar denilen kışlalarına kapanıp, kapıların arkasına taş yığdı. Böylece kendilerini hapsetmekle kalmamış, şehrin diğer bölgelerindeki arkadaşlarını da kaderlerine terk etmişlerdi. Son arabuluculuk çabaları da sonuç vermeyince toplar ateşlendi. Askerler ve halk bu sırada Etmeydanı'na girdi. Topçular da salkım ve yağlı paçavralar atarak Yeni Odalar'da büyük bir yangın çıkardı. Yeniçeriler büyük kayıplar vermiş, ortalık cehenneme dönmüştü. Daha sonra, Şehzadebaşı'ndaki Eski Odalar'a yönelen birlikler buraya sığınan yeniçeri subaylarını ya öldürdü ya da tutukladı. Tutuklananlar Sultan Ahmet Camii'nde sorguya çekildikten sonra hünkâr mahfili altındaki odada idam ediliyor, cesetleri Atmeydanı'ndaki Vakvak Ağacı adı verilen ünlü çınarın altına yığılıyor, çınarın dallarında asılan yeniçeriler sallanıyordu. Şehirde bir sürek avı başlamıştı. Üç gün içinde altı ilâ on bin yeniçeri öldürülmüş, sürülmüş ya da kaçmıştı. Tarihçi Reşad Ekrem Koçu, olaylar sona erdiğinde imparatorluk sınırları dahilinde yaklaşık 140 bin kişinin, yeniçeri olduğu ya da zannedildiği için idam edildiğini belirtiyor. Sadece yeniçeriler değil, İstanbul'daki kışlaları, Yeni Odalar, Eski Odalar ve Ağa Kapısı da olaylar sırasında yakılmış, tahrip edilmişti. Adı yeniçerilerle özdeşleşen Bektaşi tarikatı yasaklanmış, tekkeleri yıkılmıştı. İstanbul yeniden fethedilmiş gibi herkesi bir kurtuluş heyecanı sarmıştı. Binlerce yeniçerinin öldüğü bu olay dönemin tarihçileri tarafından Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak adlandırıldı. Devletin, yani resmi görüşün tarafından bakıldığında görünen manzara buydu. Ancak diğer taraftan bakıldığında bu olay pek de hayırla anılmıyordu. Osmanlı toplumunun gündelik hayatında önemli yer tutan yeniçerilerin ve Bektaşiliğin ortadan kaldırılması, Reha Çamuroğlu'nun da aralarında yer aldığı bazı araştırmacılar tarafından Vaka-i Şerriye (Kötü Olay) olarak nitelendiriliyor. Her durumda, dört yüzyıldan uzun bir süredir Osmanlı Devleti'nin en seçkin askerleri olarak kabul edilen bu birlikler tarih sahnesinde bir daha rol almamak üzere yok edilmişti. Peki, kimdi bu yeniçeriler? Osmanlı'nın "muhteşem askerleri" bu sona nasıl ulaşmıştı? Yeniçeriler ortaçağın sonlarında Batı Avrasya'da önem kazanan piyade birlikleri ve düzenli orduların ilk örnekleri arasında yer alıyordu. Yeniçeri adı, başlangıçta yayalardan oluşan yeni orduyu belirtiyor olsa da, sonra giderek genişleyen kapıkulu ocakları teşkilatında, piyade güçlerden oluşan en büyük ve nüfuzlu ocağın adı olmuştu. Yeniçeri Ocağı'nın tam olarak ne zaman kurulduğuna ilişkin bilinen kesin bir veri yok. Ancak tarihçiler I. Murat döneminde (1362-1389) kurulduğu konusunda büyük ölçüde hemfikir. Kaynaklara göre, savaş sahnesine ilk kez 1389 Kosova Savaşı'nda çıkıyorlar. Önem kazanmalarıysa, 15. yy. ortalarında savaşlarda ateşli silahların belirleyici rol oynadığı döneme rastlıyor. 1443 ve 1444 Osmanlı-Macar savaşlarının kaderini değiştiriyorlar. Zaten ocağın kurulma amacı da buydu: Balkanlar'a hızla yayılmakta olan Osmanlı'nın ihtiyaçlarını karşılayacak, manevra kabiliyeti yüksek, dönemin şartlarını yerine getirebilecek bir güce sahip olmak... Daha önce savaşanlar, savaştan sonra kendi işine dönen, Anadolu'nun Türkmen-Müslüman ahalisiydi. Belirli bir askeri düzene bağlı olmamaları nedeniyle fetihlerin devamı için sürekli silah altında ve
doğrudan sultana bağlı olacak bir orduya ihtiyaç duyuluyordu. Yüzyıllar boyunca yeniçeri ordusunun başlıca asker kaynağını oluşturacak devşirme sisteminin kökeninde "pençik" uygulaması vardı. Pençik uygulamasına göre, savaşlarda esir alınan her beş esirden biri, hükümdar hakkı adıyla ya da bir çeşit vergi olarak devlete verilirdi. 15. yüzyıldan itibaren sadece pençik usulüyle asker toplamakta ve daha büyük bir ordunun oluşturulmasında güçlükler yaşanınca, Acemi Ocağı'nda eğitilmek üzere devşirme usulüyle asker adayları toplanmaya başlandı. Bunda Osmanlı'nın fetih ve yayılma tutkusunun da rolü vardı. Daha sonra, çıkarılan bir ferman, bir yerleşim yerindeki hane sayısının 40'ta biri oranında, genellikle 14-18 yaşları arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocukların da devşirilmesi kuralını getiriyordu. I. Mehmet'in hükümdarlığı (1413-20) sırasında eski Türk soylularının tepkisi sonucu dondurulan devşirme yöntemi II. Murat döneminde yeniden hız kazandı ve ünlü Fatih Kanunnamesi'yle yasalaştı. Buna göre Müslüman, Yahudi, Gürcü, Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türkler'in çocukları, evin tek çocuğu, köy kethüdasının çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, zanaatkâr olanlar, İstanbul'u görmüş olanlar devşirilemezdi. Bu yöntem şehirlilere de uygulanmazdı. Boşnaklar'ın devşirilmesi de kuraldışıydı. Devşirme fermanı çıkınca, atanan devşirme emini ve devşirme kâtibi Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan'a giderdi. Devşirmeler genellikle Balkanlar ve Doğu Avrupa'dan seçilirdi. Sadece 1573 yılında Balkanlar ve Anadolu'dan devşirilen çocuk sayısı 8 bine ulaşıyordu. Ancak daha sonraları Anadolu'dan da asker devşirilmeye başlandı. Mimar Sinan da, Kayseri'nin Ağırnas köyünden alınan bir devşirmeydi. Devşirme emini ve memurları sancakbeyi, kadılar ve tımarlı sipahilerin yardımıyla ve köy papazının eşliğinde vaftiz defterinden kimlik tespiti yaptıktan sonra çocukları seçerdi. Bazı aileler için oğullarını devşirme vermek zorunda olmak bir insanlık dramıydı. Ancak, özellikle yoksul olan bazılarına göre, çocuklarının istikbali düşünüldüğünde bulunmaz bir fırsattı. Reşad Ekrem Koçu, Sokollu Mehmet Paşa'nın Cevahirü'l-Menakıp'ta geçen devşirilme hikâyesinde ebeveynlerinin yaşadığı kararsızlığı anlatıyor: "Sultan Süleyman Kanuni'nin ilk saltanat yıllarında faziletli bir adam olarak tanınmış yayabaşılardan Yeşilce Mehmet Bey oğlan devşirme hizmetiyle Bosna'ya gönderilmişti. Usulünce dolaşarak lâyık olan çocukları ararken Sokol kasabasında Sokolovik adındaki kişizadenin oğlunu gördü ve pek beğendi ve babasından oğlanı istedi. Sokolovik'in aklı başından gidip oğlanı sakladı. Çocuğun bir keşiş dayısı vardı, ilim ve servet sahibiydi. Yeşilce Mehmet Bey'e, oğlana bedel çok para teklif etti. Yeşilce Mehmet Bey rüşveti reddetti, oğlanın ailesini tatlılıkla iknaya çalıştı: 'Ey nadânlar (cahiller)! Bilmez misiniz ki bu müstait (yetenekli) çocuk padişah kapısında saadet-i cavidânîye (ebedi mutluluğa) mazhar olacaktır; onun sayesinde her biriniz servet ve saadete kavuşacaksınız. (...) Bu oğlan bir gün hepinizin elinden tutacaktır.' Velhasıl gerek bu sözlerin tesiri gerekse oğullarını kurtaramayacaklarına akılları erdiğinden oğlanı gizledikleri yerden çıkarıp Yeşilce Mehmet Bey'e teslim ettiler. Yeşilce Mehmet Bey de (...) o yavru şahini yuvasından aldı ve gerek onu gerek diğer maruf ailelerden devşirdiği kırk kadar oğlanı maiyetinden münasip kimseleri katarak Edirne'ye yolladı. Sokolovik oğluna yolda iyi bakılmasını bilhassa emretti." Devşirilenler "sürü" denilen 100-200 kişilik gruplar halinde Edirne yoluyla İstanbul'a gönderilirdi. Burada yeniçeri ağası ve hekimler tarafından kontrol ve muayeneleri yapılır, sünnet edilir ve Müslüman adlarını alırlardı. Bu adlar genellikle Abdullah (Allah'ın kulu), Abdülmennan ya da "abd" (kul, köle) sözcüğüyle başlayan ve babanın gayrimüslim olduğu anlamını taşıyan çeşitli isimlerdi. İçlerindeki yakışıklı, becerikli ve zeki olanlar Galata Sarayı (Galatasaray Lisesi'nin eski adı Mekteb-i Sultani buradan gelir), İbrahim Paşa Sarayı, Edirne Sarayı ve Topkapı Sarayı Enderun bölümünde saray içoğlanı yetiştirilmek üzere eğitime alınırdı. Sağlam yapılı ve güçlü olanlar ise Bostancı Ocağı'na gönderilirdi. Diğerleri de Türkçe ve İslam âdetlerini öğrenmek üzere Anadolu ve Rumeli'deki Türk köylülerin yanına verilirdi. Bu dönemde devşirme oğlanlarının yılda bir kez devşirme ağaları tarafından denetlenmesi zorunluydu. Birkaç yıl bu şekilde hizmet ettikten sonra acemi oğlanı yazılırlardı. Sekiz, on yıl acemi olarak eğitim gördükten sonra "kapıya çıkar," yani ocağın kütüğüne kaydedilerek yeniçeri olurlardı. Yeniçerilik güç bir meslekti ama tüm Akdeniz havzası ve Avrupa'yla karşılaştırıldığında, yüksek ve düzenli bir maaş (ulufe), sakatlık ve emeklilik (oturak) hakları, bir dayanışma örneği olarak nitelendirilebilecek "orta sandığı" gibi avantajlar bu mesleği orta ve yeni çağların koşullarında göreli olarak cazip kılıyordu. Sefere her çıktıklarında ve padişahın tahta çıkış (cülus) törenlerinde aldıkları bahşiş, mesleğin cazibesini daha da artırıyordu.